Şemseddin Sami

1850-1904

       Sâmi Bey, Yanya'nın Feraşeri ilçesinde doğmuştur. Babası, Halit Bey, bu ülkenin tanınmış ve münevver bir ailesine mensuptur. İlk tahsilini hususî olarak Feraşeri'de yapmış, sonra Yanya'da Zosimeon -Rum jimnazında(ortaokul) okumuştur. Fransız, İtalyan ve eski Yunan dillerini burada öğrenmiştir. Arap ve Acem dillerini de yine Yanya’nın tanınmış bir müderrisinden ders görerek elde etmiştir. 1872 yıllarında İstanbul’a gelmiş ve matbuat kalemine girmiştir. Bu arada bizzat tesis ettiği Sabah gazetesinde makaleler yazarak ve tiyatro eserleri yayınlayarak matbuat ve edebiyat âleminde tanınmaya başlamıştır. Bir aralık Trablusgarp’a sürgün gönderilmiş, bir yıl sonra affedilerek kendisine bir takım küçük memuriyetler verilmiştir. Bir müddet Rodos’ta ve Yanya’da bulunduktan sonra yeniden İstanbul’a gelmiş ve saraya alınarak askerî teftiş komisyonu kâtipliğine ve 1893 yılında aynı komisyonun başkâtipliğine getirilmiştir. Hayatının son zamanlarında Erenköy’ündeki köşkünde ikamete memur edilmiş, 1904 yılında İstanbul’da ölmüştür.

Şahsiyeti ve Eserleri

       Her şeyden önce büyük bir lügat âlimi olan Şemseddin Sâmi Bey, bilhassa Fransızcadan Türkçeye ve Türkçeden - Fransızcaya çevirdiği büyük ve değerli kamuslarıyla Türk-Frenk kültür münasebetleri için zamanının en faydalı eserlerini hazırlamıştır. Böyle bir ilim eseri hazırlamaktan duyduğu zevk, onun bütün hayat zevklerinin üstünde olmuş, her gününün 10-14 saatini okuma, yazma alanındaki bu ilmî faaliyete hasretmekte büyük bir lezzet bulmuştur. Kâmûs-ı Fransevî isimli bu eserleri, kendinden sonraki bütün Fransızca - Türkçe sözlükler için hakikî bir kaynak, bir rehber olmuş, son yıllara kadar Türk kültür âlemi bu eserlerden iftiharla faydalanmıştır. Altı cilt üzerine tertip ettiği Kâmûsü'l a'lâm isimli eseri de onun tek başına vücuda getirdiği bir tarih - coğrafya ve meşhur adamlar ansiklopedisidir. Bugün değerinin mühim bir kısmım kaybetmiş olmakla beraber Kâamûsü'l a'lâm, kendi çağındaki ilim âleminin ehemmiyetle müracaat ettiği bilgi kaynaklan arasında önemli bir yer almıştı. Avrupa ansiklopedilerinden faydalanarak hazırlanan Kâmûsü'l a'lâm'ın o zaman için en dikkate değer tarafı, Avrupalı ansiklopedilerin eksik bıraktığı veya ehemmiyetsiz bir yer verdiği Şarka ait bir çok bilgilere değer vermiş olmasındadır.

       Türkçe ve Arnavutçadan başka Doğu’nun ve Batının belli başlı lisanlarına hakkiyle vâkıf olan Şemseddin Sâmi, pek tabiî olarak bütün bu eserlerini, devrinin bu konular üzerinde en salahiyetli bir şahsiyeti sıfatıyla hazırlamıştır. Onun Osmanlı büyüklerinden mühim bir kısmını Arnavut aslından göstermek hususundaki itinası ve kamusunun birçok yerlerini daha ciddî bir kontrole tâbi' tutmadan yazmış olması, tek başına giriştiği işin azameti karşısında ehemmiyetsiz bir kusur sayılmalıdır.

      Fakat Şemseddin Sâmi’nin Türk dili ve Türk milliyetçiliği bakımından en mühim eseri Kamûs-ı Türkî isimli büyük Türkçe lügat kitabıdır. O kadar ki bu kitabı  ve öz Türkçe hakkındaki bazı şuurlu makaleleri dolayısıyla Şemseddin Sami’yi Ahmet Vefik Paşanın daha verimli ve daha metotlu bir takipçisi olarak saymak gerekir.

       Gerçekten Şemseddin Sâmi, 1574 sayfa tutarında olan ve üç sütun üzerine tertip edilmiş bulunan bu kamusta Türk dilinde kullanılan Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, İtalyanca, Fransızca bütün sözleri bir araya toplamaya çalışarak, lisanımızın en zengin lügat kitabını hazırlamıştır.. Bu eserde öz Türkçe kelimelere verilen yer ve değer bilhassa dikkate çarpar. Kâmûs-ı Türkî mukaddimesinde; Türk dilini oldukça eski bir mâziden alarak mütalâa eden ve Türkçeyi Şark Türkçesi - Garp Türkçesi gibi iki ayrı bölüm dâhilinde inceleyerek, Garp = Osmanlı Türkçesinin en zarif Türk dili olduğu neticesine varan değerli bilgin, hakikatte bunların ikisinin de Türkçe olduğunu meydana koymakta ve bunları birbirinden ayıranı ihmal ve cehalete teessüf etmektedir. Çağatayca diye andığı "Şark Türkçesi’ni safî Türkçe bakımından daha zengin bulan müellif, Türk dilini tedvin ederken Çağatayca’daki bu saf Türkçe kelimelerin asla ihmal edilmemesi fikrindedir. İçinde Arapça ve Acemceden alınmış bir dolu kelime bulunduğu halde, eserine -Kamûs-ı Osmanî yerine- "Kamûs-ı Türkî" diye isim koyuşundaki sebep de Şemseddin Sâmi tarafından şuurla izah olunmuştur. Müellife göre bizim dilimiz Türk dilidir. Bu lisana mahsus lügat kitabına başka isim düşünmek hatadır. Dilimizde kullanılan kelimeler hangi lisandan gelmiş olursa olsun gerçekten kullanılan ve bilinen kelimelerse onları tamimiyle Türkçe kelimeler arasında saymak lâzımdır

      Bundan başka yine bizzat çıkardığı mecmualardan biri olan Hafta isimli mecmuaya yazdığı bir makalede "Osmanlı" tabirinin sadece bir "devlet unvanı" olduğunu, hâlbuki Türk lisanının ve Türk milletinin Sultan Osman’ın zuhurundan çok eski bir mâzisi bulunduğunu ileri süren muharrir: "Bu lisanla konuşan kavmin ismi Türk ve söyledikleri lisanın ismi dahi lisan-ı Türkî'dir" diyerek Türk dili ve Türk milleti hakkında şu şayanı dikkat fikirleri ileri sürmektedir: 

      "Lisanımızın Türkçe, Arabi ve Farisi’den mürekkep olduğu söyleniyorsa da, bu terekküp sair bazı lisanlarda olduğu gibi âdeta bir imtizac-ı kimyevî ile hasıl olmadığından, lisanımızda müsta'mel olan Arabi ve Farisi kelimeler daima ecnebi sıfatıyla durup tamamıyla lisanımıza karışmamış ve lisanımızın kavaid ve şivesi asla mütegayyir olmayarak yine esas-ı asliyesini muhafaza etmiştir" "Her ne vakit istersek bu kelimat-ı ecnebiyeyi atarak lisanımızı temyîz ve tathîr etmek elimizdedir".

      Her ne kadar Şemseddin Sâmi Lisan-ı Türki-i Osmani makalesinde Bu fikirleri ileri sürmüşse de bundan on yedi sene sonra yazdığı “Lisan ve Edebiyatımız" makalesinde Türkçenin istiklâli meselesini çok daha iyi kavramış görünüyor, Türkçe'nin üç lisandan mürekkep bir lisan olduğu fikrini reddederek bu düşünceyi büyük hata diye karşılıyor. Esasen milletlerin içtimaî münasebetleri dolayısıyla kelime alış verişlerinin de tabiî olduğunu izah ediyor:

      " Osmanlı lisanı üç lisandan yâni Arabi, Farisi ve Türkî' den mürekkeptir demek âdet olmuştur. Âdet-i İlâhiyyeye ve tabiata aykırı olan bu tâ'bir ekseri dilbilgisi ve kompozisyon kitaplarında görülüyor. Ne kadar yanlış, ne büyük hata! Üç lisandan mürekkep bir lisan, dünyada görülmemiş şey! Hayır hiç de öyle değildir, her lisan bir lisandır. Milletlerin ve ümmetlerin beyninde olduğu gibi dillerin beyninde dahi muhtelif derecelerde yakınlık ve münasebet bulunup, her birkaç lisan bir zümre teşkil eder. İmdi söylediğimiz lisan Türk dilleri topluluğuna mensub TÜRK LİSÂN 'ıdır. Buna birinci derecede Arabi'den, ikinci derecede Fârisî'den bazı kelime ve tabirler girmiştir. Lâkin bu kelimeler ne kadar çok olsa lisanın esasını değiştirmez, meselâ İspanyolca ve Portekizcede o kadar Arapça kelime bulunuyor ki bunların cem'i büyük bir cilt teşkil etmiştir. Lâkin mezkûr lisanlar Arabi ile falan lisandan mürekkeptir denilmeyip Latin zümresine mensup müstakil lisanlar addolunur. Bunu gibi İngilizcede hemen yarı yarıya Fransızca kelime bulunduğu halde, İngiliz lisanı Cermen zümresine mensup bir lisan olup Fransızcaya yabancı addolunur. Dillerin alıntı ve kendi malı olmayan kelimelerine bakılmaz, esası olan fiil çekimlerine bakılır." 

      Şemseddin Sami'nin "Türk" kelimesi hakkında ki samimî düşüncesi de şu güzel cümlesiyle ifâde edilmiştir.

     "Cühelây-ı avâm indinde mezmum(kötü) addolunan ve yalnız Anadolu köylülerine itlâk (bırakılan)edilmek istenen bu isim, intisabıyla(ait olunmakla) iftihar olunacak bir büyük ümmetin ismidir."

      Şemseddin Sâmi'nin; "Bu lisanın ismi Osmanlı lisanı değil, Türk lisanıdır" tarzındaki hükümleri de ayni konu üzerinde büyük Türkçü Süleyman Paşa tarafından ileri sürülen fikirleri andırmaktadır.

      Şemseddin Sâmi’nin "ilmî Türkçülük" alanındaki faaliyeti bu kadarla da kalmış değildir. O, Avrupalı Türkologların çalışmalarıyla de yakından ilgilenmiş ve hayatının son yıllarında Radloff neşrinden faydalanarak, Türk dilinin en eski yadigârı olan Orhun abidelerini Türkiye Türkçesine tercüme etmiştir. Birinci satıra Göktürkçe metinleri, ikinci satıra bu metinlerin Arap harfleriyle tercümesini yazmak suretiyle hazırladığı bu yüz beş sayfalık eser, onun Türk dili ve Türk tarihi sahalarındaki gayretli çalışmalarının güzel bir örneğidir. Yine Karahanlılar devri Türk edebiyatının en tanınmış eseri olan Kutadgu Bilig'i de Vambery'nin neşrettiği kısımlardan istifade yoluyla dilimizde ilk defa o incelemiştir.

     Bu tercümelere yazılan "îfade-i meram - ön söz" kısımları yine onun Türkçülük ülküsü hakkında tamamlayıcı bilgiler verecek değerdedir. Bilhassa Kutadgu Bilig'i "millî edebiyatımızın esası" diye tarif eden mütercim, onun mekteplerimizde çocuklarımıza okutulması, hatta ezberletilmesi düşüncesini ileri sürmektedir.

      Şemseddin Sâmi’nin Türk edebiyatı alanındaki çalışmaları da onun verimli bir yazar olduğunu gösterir. Edebiyat sahasındaki muhtelif eserleri arasında Taaşşuk-ı Tal'at ve Fıtnat isimli hikâyesini Av- rupâî Türk hikâyeciliğinin ilk eseri diye karşılayanlar vardır. Ancak bu hikâye edebî kıymet bakımından oldukça zayıf bir tecrübedir. Besa, Gâve ve Seyyid Yahya isimli tiyatro eserleri de muharririne Türk tiyatrosunun ilk san'atkârları arasında bir yer ayırtmakla beraber edebî değer ve sahne tekniği bakımından bir muvaffakiyet sayılamaz. Onun tiyatro ve roman edebiyatı vâdisinde en mühim eserleri Fransızcadan yaptığı tercümelerdir. Bilhassa Viktor Hugo'dan çevirdiği Sefiller tercümesinin, batıdan yapılan ilk tercüme romanlar arasında değerli ve önemli bir mevkii vardır.

      Daha bir takım gazete, mecmua, risale, ders kitapları çeşitli tercümeler ve telif eserler, dil ve lügat kitapları neşreden bu çalışkan ve verimli yazarı edebî hizmetleri bakımından(romanları-hikayeleri) Ahmed Midhat Efendinin önderliğini yaptığı "Tanzimat yıllarında popüler Türk edebiyatı" mektebine mensup bir san'atkâr olarak kabul etmek daha doğrudur.  Fakat onun Türk dili ve edebiyatı tarihindeki en şerefli mevkii lisanımıza kazandırdığı değerli lügat kitaplarında ve bilhassa Türk dilini samimi bir anlayışla severek yükseltmeğe çalışan ve onu "büyük bir milletin dili" diye tarifeden şuurlu milliyetçiliktedir.

Eserleri: 
Romanı;Taaşşuk-ı Talât ve Fıtnât(1873) 
Tiyatroları: Ahde Vefa(1857), Seydi yahya(1875), Gave(1878)’de yanlış millileşmeyi anlatır.

Kaynak:
Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi
Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü
 

Test Çöz