Tarık BUĞRA (1918-1994)
Akşehir’de doğdu. Konya Lisesi'ni bitirdi (1936), İstanbul Üniversitesi Tıp, Hukuk ve Edebiyat Fakültelerinde zaman zaman başlayıp ikişer, üçer yıl devamdan sonra vazgeçtiği yükseköğrenimini yanda bırakarak hayata atıldı. Akşehir'de Nasreddin Hoca gazetesini çıkararak gazeteciliğe başladı (1947). İstanbul gazetelerinden Milliyet (1952-56), Yeni İstanbul, Haber ve haftalık Yol (ilk sayı: 14 Aralık 1968) gazetelerinde fıkra yazarlığı, arada yazı işleri müdürlüğü yaptı. Oğlumuz adlı hikâyesinin Cumhuriyet Gazetesi Hikâye Yarışması'nda (1948) ikincilik kazanması ve gene o sene Çınaraltı dergisinde yayımlanan ilk hikâyeleriyle dikkati çekti; bir süre hikâye yazdı; sonra romana geçti.
Tarık Buğra, eşya ve olayların içyüzünü araştıran, entelektüel planda, çözümleyici bir yöntemle çalışan sanatçılarımızdan biridir. Eserlerine kattığı hareketli ve yoğun bir anlatışa paralel, şiirli bir atmosfer, imzasını aratan değerlerin başında gelir. Tarık Buğra, Kurtuluş Savaşı’nı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş meselelerini konu alan siyasal roman geleneğimizin Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kemal Tahir gibi köşe başlarından biridir. Ancak o, bu geleneğe hâkim olan millici modernist yaklaşımdan farklı olarak, bu süreci İslami-muhafazakâr referansları, duyarlılıkları ile yaşayan insanların açısından ele alır.
Eserlerinin özgün yanı, bu kurtuluş-kuruluş meselesini küçük taşra kasabalarına taşımış olmasıdır. O nedenle Tarık Buğra’nın romanlarında modern ile geleneğin, millilik ile İslamîliğin arasındaki girift çatışma ve gerilimlerin her düzeydeki tezahürleri, taşranın, küçük kasabaların sade, iddiasız insanlarının alabildiğine gerçekçi dünyalarındaki hâliyle önümüze serilir.
Modernist-millici roman türünde olumsuz değilse bile edilgen, çoğu kez basmakalıp tiplemelerle temsil edilen halk, burada kurtuluş-kuruluş sorunsalının tüm iç çatışma ve sancılarını, aklında, vicdan ve inancında kendi yerelliğinin motifleriyle yaşayan, sahici insanlar olarak yer alır.
Kurtuluş Savaşı’nı izleyen büyük dönemeçler ve dönüşümlerin, toplumsal gerilimler ve uzlaşmaların “halk” katından en yetkin anlatımıdır Tarık Buğra’nın romanları.
Eserleri
Hikâye
Oğlumuz (1949)
Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952)
iki Uyku Arasında (1954)
Hikâyeler (üç kitabından seçmelere dört yeni hikâyesinin eklenmesiyle, 1964; yeni bir seçme, 39 hikâye, I 1969) kitaplarında topladı.
Roman
Siyah Kehribar (1955)
Küçük Ağa (1964)
Küçük Ağa Ankara'da (1966)
İbiş'in Rüyası (1970)
Firavun’un İmanı (1975)
Dönemeçte (1978)
Gençliğim Eyvah (1979)
Yağmur Beklerken (1981)
Yalnızlar (1981),
Osmancık (1983)
Dünyanın En Pis Sokağı (1989)
Fıkralarından Seçmeler
Gençlik Türküsü (1964)
Dil Ve Edebiyat Üzerine Yazıları
Düşman Kazanmak Sanatı (1979)
Denemeleri
Bu Çağın Adı (1990)
Gezi
Gagaringrad (Moskova notları, 1962
Oyun
Ayakta Durmak İstiyorum (1966),
Dört Yumruk,
Yüzlerce Çiçek Birden Açtı.
Üç Oyun (Ayakta Durmak İstiyorum, Akümülatörlü Radyo, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı) 1981'de basıldı
Sıfırdan Doruğa-Patron (1994-Senaryo)
Ödülleri
TRT 1970 Sanat Ödülleri Yarışması’nda İbiş'in Rüyası başarı ödülü(Şubat 1971)
Osmancık romanının oyunu Ankara Devlet Tiyatrosu'nda oynandı (1972), televizyona uyarlandı (1979). Firavun İmanı ile 1978, Osmancık romanı ile de 1985 Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı aldı.
İnanç dergisi tarafından yılın romancısı seçildi
“Yağmur Beklerken” romanı 1989 Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü'nü aldı.
1991'de Devlet Sanatçısı unvanını aldı.
İlk baskısı 1963 yılında yapılan Küçük Ağa romanı, 1983 yılında TRT tarafından dizi filme dönüştürülmüştür.
Küçük Ağa
Küçük Ağa romanında Tarık Buğra İstanbullu Hoca (Mehmet Reşit Efendi)nın Kurtuluş savaşı süresince başından geçen olayları anlatır. Bir kolunu kaybettiği halde milli mücadeleye katılan ve İstanbullu Hocayı öldürmesi için görevlendirilen Çolak Salih’le İstanbullu Hocanın arkadaşlıkları İstanbullu Hocanın milli mücadeleye katılıp Küçük Ağa adıyla kahramanlaşmasıyla son bulur.
“Bu romandan ilk defa rahmetli Peyami Safa beye bahsetmiştim. Rejans lokantasında idik. Arkamızdaki masada genç bir çift yüksek sesle Fransızca konuşuyordu. Fakat artık Fransızca’nın manası başka idi. (…) 1919, 1920, 1921, 1922, 1923 ve 1960!.. Değişen yalnız yabancı dillerin, yabancıların manası değildi, artık her şey değişmişti: mutfaklar değişmiş, gardroplar değişmiş, edebiyat, mimari, takvim ve ölçüler değişmiş, insan değişmişti. Fakat bu koca dünyanın değişmesi, bir milletin ölüm geçidindeki dört yıl süren eşsiz macerasından sonra olacaktı. Bense işte bu macerayı anlatmak istiyordum…”(Tarık BUĞRA 1963)