BİN YILIN YALANI
İnsanın varmak istediği nihai hedef nedir bu dünyada? Ya da insanlık neyi hedeflemektedir?
Binlerce yıllık bilinen insanlık tarihinde olan bitene baktığımızda çok basit sonuçlar çıkar ortaya…Barış, huzur, refah ve bunların ardından sonsuz ve yüce bir olgunluk. Yani kamil insan olmak.
Tarih nakledicileri bu hedefe varılan zaman dilimlerini uygarlığın yükseliş dönemleri olarak anlatırlar …
İnsanlığın dönem dönem yakaladığı bu mutlu anlar ne yazık ki yine insanların içinde olan hırs, kibir, aç gözlülük, kıskançlık duygularıyla kesintiye uğrar. Ortalığı öfke, kin, nefret sarar. Kanlı savaş sahneleri, katliamlar, ölümler sonucunda insanlar aslında o kadar da fazla şeye ihtiyaçları olmadığını anlarlar. Savaş öncesinin mutlu günleri savaş alanlarının umut dolu hayalleri haline gelir. Savaş herkesin barış istemek zorunda kaldığı bir anda biter. Savaşlar galip tarafa kısa mutluluklar getirirken mağlup taraf çoktan nefret tohumlarını annelerin karnına ekmeye başlamıştır bile…
Uzun barış dönemlerinin ortak özelliği adalettir. Dil, ırk, inanç ayrımı yapılmadan yönetildiği dönemler insanların en mutlu dönemleri olmuştur.
Osmanlının basiretli idareciler tarafından yönetildiği dönemler Anadolu ‘da bu tür bir yükseliş dönemi yaşanmıştır. Tabii Muş’ta bu yükselişi yakalamayı başaran illerimizdendir.
Gerek tarihi vesikalardan ve gerekse büyüklerimizin anlattıklarından Muş’ta 19 yy’a kadar mevzi olaylar dışında bir huzur ve refah ortamı olduğunu anlıyoruz.
Muş ve çevresinde bağcılık halkın temel geçim kaynaklarından birini teşkil ediyordu. Gerek Selçuklu Döneminde bölgeye yerleşen Türklerin Orta Asyadan beraberlerinde getirdikleri asma çubuklarıyla yaptıkları bağcılık, gerekse bölgede yaşayan Ermeni nüfusun geleneksel anlamda sürdürdüğü şarap üretimine yönelik bağcılık Muş’ta ileri düzeydeydi. Muş’un dört tarafı (kelimeyi gerçek anlamında kullanıyorum) üzüm bağları ile çevriliydi. Soğucak(Mongog) köyünden Çiriş köyüne kadar Muş’un Sırtını dayadığı Toros Dağlarının Güney yamaçları bağlarla kaplıydı. Bölgenin tamamını gezdiğimi söyleyebilirim. Dağların en yüksek doruklarında bile bugün asma kütükleriyle karşılaşmak, ya da yıkık hizan kalıntılarını (Bağ evleri) görmek mümkündür. Bugün bir tek şahısa ait 40-50 dönümlük bir bağ tapusunun 19.yy’da ayrı parçalar halinde 10-12 kişiye ait olduğunu tapu kayıtlarından okumak gayet kolaydır. O dönemlerde bir parça bağ sahibi olmak sanırım oldukça zordu. Bu bağlar birbirine çok yakın ve oldukça güvenliydi. Ermeniler ve Türkler birbirleriyle iç içe yaşabiliyorlar ve sıkı komşuluk ilişkileri kurabiliyorlardı. Ermenilerin hemen hemen tamamı son derece iyi Türkçe konuşuyordu. Aynı tür yemekleri yapıyor, Muş köftesi yapıp, çorti içiyorlardı. Ermenilerin Muş’ta yaptıkları yemekleri halen unutmadıklarını ve Ermenistan’da Muş’tan göçeden Ermenilerin bir bölgede toplu olarak yaşadıklarını ve aynı görenek ve kültürü devam ettirdiklerini bu konuda araştırma yapan bir dostumdan öğrendiğimde nedense hiç şaşırmadım.
Çünkü, aralarında ne geçerse geçsin yüzlerce yıl bir arada yaşamış bu toplumun birdenbire tamamen değişmesini ve her şeyi unutmasını beklemek yanlış olur.
Ermeniler inançlarını yaşamak konusunda ise belki de Müslümanlardan bile daha şanslıydılar. Şehir içerisindeki bir çok büyük kilisenin yanında çevre dağlara sırtını yaslamış ve cemaatin ihtiyacı olan din adamlarını yetiştiren ünlü manastırlara ve köylere dağılmış bir çok kiliseye sahiptiler. Hatta yazın kullandıkları bağ evlerinin çevresinde bile küçük bizim mescitlere benzer yapılara (Şapel) rastladığımı söyleyebilirim.
Askere alınmadıkları için Osmanlının duraklama ve çöküş dönemlerindeki savaşlardan uzak kalmışlar, hatta ticaretle uğraşanları büyük servetlere sahip olmuşlardı. Anadolu'nun makus talihi içinde değerlendirirsek Batıda yaşayan Ermeniler daha zenginken Doğu'da yaşayanları nispeten fakirdir. Osmanlı tarafından millet-i sadıka olarak adlandırıldıkları için devletin en güvenilir mevkilerine kadar yükseliyorlardı.Tanzimatla başlayan azınlık haklarındaki gelişmelerden de en çok onlar faydalanmıştı. Ancak Müslim- gayrimüslim eşitliği ilkesince askere alınmak istenmelerine hiç de sıcak bakmamışlardı.
Muş yöresinde California’dan getirttikleri üzüm çubuklarından elde ettikleri kaliteli şaraplar halen bazı kolleksiyonerlerde saklanıyormuş. Hatta 1980’li yıllarda Hürriyet gazetesinde Fransa’da bir Muş Şarabının törenle açıldığını okumuştum.
Şehrin aslî unsurunu oluşturan Türkler şehirde genellikle devlet dairelerinde veya asker olarak hayatlarını sürdürüyor ve kısmen de ticaretle uğraşırken, fırıncılık, demircilik, kalaycılık, bakırcılık, kuyumculuk vb. zanaat kolları büyük ölçüde Ermeniler tarafından yapıyor, şehrin dışındakiler ise daha ziyade çiftçilikle uğraşıyordu. O dönemlerde daha çok kırsal alanda, dağlık bölgelerde yaşayan Kürtler ise yoğun olarak hayvancılıkla uğraşıyor büyük hayvan sürülerini Erzurum ile Suriye ve Musul-Kerkük bölgelerine kadar uzanan kışlak ve yaylaklarında gezdirerek besliyorlardı. Hemen bütün aşiretlerin -tarihleri nerdeyse Yavuz Sultan Selim zamanlarına kadar uzanan- ellerindeki fermanlarla sahip oldukları, yaylaları vardı. Kendileri için hayati önem taşıyan bu yaylalar için de sık sık kavgaya tutuşurlardı. O dönem kolluk kuvvetleri sık sık bu işlerle ilgilenmek zorunda kalırdı. Bu kavgaların en büyük nedenlerinden biri de Kürtlerin yapı olarak hukuk tanımaz oluşundandı. Devlet görevlileri sık sık Kürt aşiretleri ile Ermeniler arasında yaşanan ihtilaflara müdahale etmek zorunda kalıyorlardı.
18. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu esasında İstanbul dışındaki kontrolünü büyük ölçüde kaybetmişti. Bölgeye gönderilen yöneticiler kendileri gitmeyerek yetkilerini vekillere(mütesellim) para karşılığı devrediyorlardı. Bölge eşrafından olan bu kişiler (ayanlar) bölgeyi canları istediği gibi yönetiyordu. Murat Paşa, Alâaddin Paşa gibi zorbalar hep bu minvaldendi. Keyfi uygulamalar bölge halkını eziyor, gayri-müslimlerin isyanına çanak tutuyordu.1862 Zytun İsyanı ilk ciddi ayaklanma denemesi oldu. 1870'li yıllarda Muş'ta Mektep Sevenler, Şarklı ve Ermenistan'a Doğru gibi dernekler kurulmuş yoğun faaliyetlerine başlamıştı.
Burada öncelikle ele alacağımız konu tüm bu acı oayları örtbas etmek, ya da olmamış gibi göstermek değil, tam tersine olan biteni dilimin döndüğünce gereçeğe yaslanarak anlatmaktır. İşin en üzücü yanının okuma ve araştırma merakı olmayan birtakım insanların Ermeni propogandasının etkisinde suçluluk psikolojisi ile konuşup, Ermenilerden özür dilemeye çalışmasıdır. Olan bitenden gerçekler ışığında suçu günahı olanlar adına elbette özür dileyebiliriz. Ancak Ermeniler tarafından öldürülen, işkenceye uğrayan binlerce müslüman adına bizim de özür isteme hakkımız vardır.
Şimdi tehcir kararına ve yaşananlara bir göz atalım.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Ermeniler benzer olayları üç dönemde de hemen hemen aynı denebilecek şekillerde yaşamışlardı. Bu dönemleri
A- Roma dönemi
B- Selçuklu dönemi
C- Osmanlı Dönemi
Olarak ayırabiliriz. Şimdi kısaca bu dönemlerdeki olayları özetleyelim.
A-Roma Dönemi: Bu dönemde genelde Fırat Irmağı boyunda bir takım küçük Ermeni prenslikleri bulunuyordu Bizanslılar XI.yy.’ın başlarından itibaren (İmparator Basil’den başlayarak) mezhep ayrılıklarından başka, bir çok kanlı isyanlara kalkışan Doğu-Anadolu’daki Ermeni prensliklerini ortadan kaldırdıktan sonra halkını da Orta-Anadolu ve Çukurova bölgelerine sürüp siyasi birliklerini yok ettiler.
B- Selçuklu Dönemi: Bizanslılara karşı defalarca ayaklanıp sonunda prenslikleri yok edilip Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağıtılan Ermeniler 1071 yılında Malazgirt’te Romen Diogenesi savaş meydanında terk ederek savaşmadan çekildiler ve Selçuklulara işbirliği ve himayelerine girmek istediklerini (vasallık) ilettiler.(1074) Selçuklu vasallığını(himayesini) kabul etmelerine rağmen hemen her iktidar değişiminde bilhassa Çukurova bölgesinde ayaklanıp yol kesip katliamlarda bulundular. Her seferinde üstlerine gelen Selçuklu ordusunu gördüklerinde af dilediler. Her defasında afları kabul edilip daha ağır şartlarda vergi ödemeyi kabul ettiler. Zaman zaman Haçlı seferleri dolayısıyla Anadolu’ya giren Haçlılarla işbirliği yaparken Haçlıların baskılarına dayanamadıklarında da Selçuklulardan yardım istediler. Kimi zaman Bizans İmparatorları (Manuel gibi) ile ittifak kurup kimi zaman Selçuklu ordularına katıldılar. Selçukluların zor durumda kaldığı her fırsatı değerlendirip ayaklandılar. Ancak, tüm bu görünüşte kurnazca sayılabilecek politikalar hep Ermenilerin aleyhine sonuç verdi. Herkesi idare etmeye çalışırken herkesten darbe yediler. Selçuklular Anadolu’ya geldiğinde Selçukluların yanında yer alan en azından karşı çıkmayan Ermeniler Moğollarla yapılan savaşa 300 asker göndermişler ancak bu askerler Malazgirt’te olduğu gibi Kösedağ’da da savaşmadan meydandan ayrılıp ardından Moğolların himayesine girmişlerdi. Hatta Gıyaseddin Keyhüsrev’in annesi ve diğer aile fertleri Moğollardan kaçarak Halep’e giderken yolda Çukurova Ermeni Prensi Hetum tarafından yakalanıp Moğollara teslim edilmişti. Ayrıca Moğolların önünden canlarını kurtarmak için kaçan diğer Türk kafileleri de Ermeniler tarafından saldırıya uğrayıp tamamen yağma edilip soyulmuşlardı.
C- Osmanlı Dönemi: Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Ermenilerin nüfusça yoğun yaşadıkları Orta Anadolu ve Çukurova bölgesi ile Doğu Anadolu, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemlerinde Anadolu Türk beyliklerin hakimiyetinde kalmıştır. 15. yy’ın ikinci yarısına kadar’da bu böyle devam etmiş ancak Fatih Sultan Mehmet’in Anadolu’daki Türk Beyliklerini Osmanlı idaresine katma kararından sonra bölgenin bir kısmı, 16.yy’da Yavuz Sultan Selim zamanında ise tamamı Osmanlı denetimine geçmiştir. O halde Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu ve Güneydoğu Anadolu Ermenileri ile ilişkisini 15. hatta 16. yy’dan başlatmak sanırım daha doğru olacaktır. Osmanlı hakimiyetinde yaşadıkları bu üç yüz yılın Osmanlının güçlü olduğu 150 yılında herhangi bir büyük problem yaşanmamış ancak Osmanlı zayıfladıktan sonra problemler başlamıştır. Bizansa karşı Selçuklunun, Selçukluya karşı Moğolların yanında yer alan Ermeniler Osmanlıya karşı da dönemin yükselen gücü Rusya’nın yanında yer almışlardır. Malazgirt’te Bizanslıları, Kösedağ’da Selçukluları savaş meydanında yalnız bırakan Ermeniler I. Dünya savaşında da benzer bir davranışı Osmanlıya karşı göstermişler, silahları ile beraber Rus Ordusu saflarına geçerek ve Onların zaferinden kendi ulusları adına bir gelecek umut etmişlerdir.
Yukarıdaki tekrarlanan olaylarla dolu tarihi sürecin dışında 19.yy’ın ikinci yarısında başlayıp 1920 yılına kadar devam eden ve hem Türk halkının hem de Ermeni halkının büyük acılar çekmesine neden olayların diğer sebeplerini de bence şu başlıklar altında toplamak mümkündür:
1- Ekonominin zayıflaması
2- Rönesans ve reform hareketleri neticesinde Avrupa’da doğan milliyetçilik akımlarının Osmanlı İmparatorluğuna sıçraması.
3- Bihassa 1876’da Rusya ile yapılan savaşın korkunç bir mağlubiyetle sonuçlanmasının ardından içeride ve dışarıda devlete olan saygı ve güvenin kaybolması.
4- Meşrutiyetin ilanı ile birlikte içişlerimize karışma fırsatı yakalayan Batı devletlerinin ardı ardına açtıkları okullarda yürüttükleri faaliyetler.
5- Tüm bunların neticesinde asayişin bozulması
Tarihçiler elbette bu konularda daha farklı düşünebilirler benim vardığım bu sonuçlar tamamen kişiseldir.
Tüm bu sebeplerin içinde bana göre en yıkıcısı Batılı devletlerin faaliyetleri olmuştur.Ellerini topraklarımıza uzatmamış olsalardı diğer bütün olumsuzluklar devletin gayretleri ile düzeltilebilir ve bütün bu yaşananlar yaşanmayabilirdi. BatılılarErmenilerden şunları istiyordu:
1- Bulunduğunuz bölgelerde karışıklık çıkarın.
2- Yerli halkı bölgeden kaçırmaya çalışın.
3- Her platformda Osmanlının size zulmettiğini, öldürdüğünü, ezdiğini söyleyin.
4- Osmanlı Devletinden aldığınız haklardan hep daha fazlasını talep edin
Bunların gerçekleşmesi ile Batılı devletler Ermenilere şunları vaat etmekteydi.
1- Siyasi destek
2- Askeri destek
3- Ekonomik destek
4- Anadolunun doğusunu ve güneyini –Adana ve Mersin’i de - içine alan tam bağımsız bir Ermenistan (Bu hayali sınır daha sonra Berlin anlaşmasının 61. maddesinde altı vilayet ve Trabzon olarak belirlenmiş ve Başkan Wilson’un haritasında da aynen korumuş)
Şimdi kendinizi bölgede yaşayan ve kendi halinde bir ermeni çiftçisinin veya zenaatkârının yerine koyun. Karşınızda misyoner mekteplerinde yetişmiş, özellikle de güçlü hatipler olarak yetiştirilmiş şehirli Ermeni gençler….Onların ateşli ve can alıcı kelimelerle yaptıkları ve insanların gururunu okşayan nutukları dinleyin ve kararınızı verin. Bu kararı verirken de çökmekte olan veya çökeceği söylentisi yayılan bir devlette yaşadığınızı unutmayın.(1980’li ve 1990’lı yıllarda yaşadıklarımıza ne kadar benziyor değil mi?)
Tarih süzgecini kullanabildiğimiz sebep ve sonuçları yargılayabildiğimiz bugün olsaydı bu Ermeni vatandaşımızın şöyle düşünmesi icap ederdi “Etnik veya dini kimlik farklılığını çektiğimiz büyük acılar neticesinde son üç yüz senedir büyük ölçüde çözdük. Biz bir arada daha güçlüyüz. Var olan problemlerimizi ise aynı devletin insanları olarak kendi aramızda zamanla çözebiliriz.”
Ama ne yazık ki böyle olmamış. Bunun yerine tüm Ermeni toplumuna sirayet eden ayrılıkçı düşünceler ve milliyetçi fikirler Avrupa’nın arkalarında olduğunu düşünerek bir sel gibi yayılmış. Osmanlı Devletinin Avrupa Devletlerinin baskısı altında olmasından kaynaklanan boşluktan yararlanarak öyle bir boyut almış ki Büyük Ermeni devletini ceplerinde hazır gören Ermeniler komşuları olan Türklere “Evveli Şam ahirî Şam.” sloganıyla “Size artık buralarda yer yok.Yallah Şam’a” diyecek kadar fikirlerini açıkça söylemeye başlamışlardı.
1928 yılında ünlü Kutup Kâşifi Fridof Nansen şunları yazıyordu “Avrupa politikası içine karıştırılmış olan Ermeni Halkına yazık oldu. Bir Avrupa diplomatı tarafından adının hiç ağza alınmaması kendisi için daha hayırlı olurdu.”
Ne mi oldu? Avrupalılardan bekledikleri yardım hiç gelmedi. Zaten gelmesi de söz konusu değildi. Ermeniler bizim için komşu Avrupalılar için ise piyondu.
Peki tüm bu olanlardan sonra Ermeniler uyandı mı? 2005 yılındayız ama ne yazık ki Avrupa ile oynadıkları bu oyuna bıkmadan devam eden bir çok Ermeni var. Halâ Avrupa’nın samimiyetine güvenenler var. Aslında onları suçlamamak lâzım bizde bile öyleleri yok mu?
Aynı oyunu Avrupa Kürtler üzerinden yeniden sahnelemedi mi ? Düşünmek lâzım !
Ermeni olaylarına başlamadan önce bugünkü Ermenilerin iddialarını sıralayalım:
1- 1894-1896 yılları arasında II. Abdülhamit’in politikaları sonucunda 100.000 Ermeni ölmüştür.
2- 1896 yılında İstanbul’da bir çok Ermeni katledilir.
3- 1914 Türk ordusuna alınan Ermeniler topluca öldürülür
4- 1915 Aralık-Ocak ve Şubat aylarında Adana Dörtyol’daki bütün Ermeniler ve Zeytun’daki ileri gelen Ermenilerin tamamı öldürülür.
5- 1915 yılının Mart-Nisan ve Mayıs Aylarında Zeytun’dan 25.000 Ermeni tehcir edilir(İşkence edilerek ve öldürülerek!) Van’da 80 Ermeni köyü yakılır ve 24.000 Ermeni öldürülür. Zeytun Manastırı yakılır. 24 Nisan’da 250 Ermeni Aydını İstanbul’a öldürülür.
6- 1915 yılının Haziran Temmuz ve Ağustos aylarında Sıvas’tan 48.000 Ermeni tehcir edilir. Elazığ’da 2000 Ermeni askeri öldürülür.
7- Ocak ve Mart ayları arasında 47 günde tehcir edilen 486.000 Ermeni’den 364.500’ünün öldürüldüğü bildirilir.
8- 1917 Der-el-zor bölgesinde bulunan Buseira’da 12.000 Ermeni öldürülür. Malatya da yerleşen Alman misyoner Ernest E. Cristoffel 1.000.000.000 Ermeni’nin öldürüldüğünü TAHMİN eder.(Misyonerlerin ne işlere yaradığını günümüz safdil idarecilerinin anlamasını dilerdim)
9- 1918’de Karakilise’de sağ kalmış 2.000 Ermeni öldürülür. 14.000’i ağır işlerde (Ölmek Üzere) çalıştırılır.
10- 1920’de Maraş Hacın’da(Saimbeyli) 10.000 Ermeni öldürülür.480 kişi kurtulur.
11- 1922 İzmir’de Binlerce Ermeni ve Rum öldürülür.
Bu iddialar tamamen güya Ermeni soykırımı yapıldığını iddia eden ve Ermeniler tarafından hazırlanan sitelerden alınmıştır.
Tüm bu iddialara objektif bir tarza baktığımızda, hatta bir Türk olarak değil de yabancı bir gözle baktığınızda bile insanı kuşkuya düşüren, kendi içinde çelişen ve inanması çok zor iddialar olduğunu göreceksiniz.
-Başta da söylediğim gibi beni asıl kızdıran kulaktan dolma bilgilere inanıp tüm bu iddiaları kabule yanaşan kimi ülkemiz insanları ve bazı idareci müsvetteleridir.-
Bu iddiaların tutarsız yönlerini şöyle sıralayabiliriz.
1- Öldürüldüğü idda edilen Ermenilere ait sayılar o dönemdeki hiçbir nüfus tespitine uymamaktadır.
2- Verilen rakamları doğru kabul ederseniz ve savaş öncesi bağımsız kaynakların verdiği Ermeni nüfusu ile karşılaştırırsanız neredeyse Anadolu’daki Ermeni nüfusundan çok daha fazlasının bu olaylarda öldüğünü kabul etmeniz gerekir.
Değişik Kaynaklara Göre Ermeni Nüfusu şöyledir ;
1. Ermeni Patrikhanesinin rakamlarını esas alan Ermeni asıllı Marcel Leart'a göre |
2,560,000 |
2. Ermeni tarihçi Basmacıyan'a göre |
2,380,000 |
3. Paris Barış Konferansına katılan Ermeni heyetine göre |
2,250,000 |
4. Ermeni tarihçi Kevork Aslan göre |
1,800,000 |
5. Fransız Sarı Kitabına göre |
1,555,000 |
6. Encydopedia Britannica'ya göre |
1,500,000 |
7. Ludovic de Constenson'a göre |
1,400,000 |
8. H.F.B. Lynch'e göre |
1,345,000 |
9. Revue de Paris'ye göre |
1,300,000 |
10. Osmanlı istatistiklerine göre |
1,295,000 |
11. İngiliz Yıllığına göre |
1,056,000 |
Öldürüldüğü iddia edilen Ermeni sayısı –ki artık bu iddia bugün 3.000.000.000 a kadar çıkmıştır- ile yukarıdaki nüfus istatistiklerinin hangisini karşılaştırırsanız karşılaştırın ortaya kuşkulu bir durum çıkar.
3- Ermenilerin öldürüldüğüne dair bilgilerin çoğu kulaktan dolma ve tahminlere dayanmaktadır. Mesela “falan yerdeki bütün Ermeniler öldürüldü”.”Filanca kişi şu kadar Ermeni öldürüldüğünü tahmin etmektedir gibi tamamen belirsiz ve ispatlanması mümkün olmayan iddialar bilimsellikten uzaktır.
4- Bizim bütün yayınlarımızda öldürülen Ermeni vatandaşlarımızdan bahsedilirken onlar Ermeniler tarafından katledilen Müslümanlarla ilgili tek bir kelime etmemekte, adeta görmezden, bilmezden gelmektedirler.
5- Ellerinde vesika olmadığı için “Belgeler yok edildi.” İddiasına sığınmaktadırlar.
Emekli Büyükelçi Kamuran Gürün’e kulak verelim. Şöyle bir tespitte bulunuyor “1912 yılında Osmanlı istatistiklerine göre ülke içinde yaşayan Ermenilerin sayısının -yaklaşık rakam- 1 milyon 300 bin olduğunu biliyoruz. 1921 senesinde bu 1 milyon 300 bin rakamın, 1 milyon 025 bin rakamına indiğini de tespit edebilmekteyiz. Dolayısıyla, arada 275 000’lik, yuvarlak olarak 300 000’lik bir fark vardır. Bu farkın çeşitli sebeplerle, 1912’den 1921’e kadar ölmüş olan Ermeniler olduğunu kabul edebiliriz. Aynı dönem zarfında Türkiye’deki Müslüman nüfusunda 2,5 milyonluk bir eksilme oldu. Bu eksilmenin 500 ilâ 550 000’i hudutlarda cephelerde ölenlerdir; geri kalanlar yurtiçinde ölenlerdir. Dolayısıyla, 2 milyona yakın yurtiçinde ölmüş Müslümanlar ile 300 000 civarındaki Ermenileri mukayese etme imkânı mevcuttur.”
Şimdi herkes elini vicdanına koysun. Bu nasıl bir matematik hesabıdır. Savaş sonrasında 1.025.000 Ermeni tespit edilmiş. 3.000.000’u da katledilmişse o zaman savaş öncesi Ermeni nüfusu 4.025.000 olmalı. Peki böyle bir sayım, istatistik yerli veya yabancı bir kaynakta mevcut mu Hayır kesinlikle yok.Nedir bu o zaman ?
Bu öncelikle büyük bir yalandır.
Bu tarihi gerçekleri çarpıtmadır.
Bu günümüz Ermenilerinde ve Avrupa aleminde Türk düşmanlığı yaratmaktır.
Bu ölen Ermeni ve Müslüman vatandaşlarımızın anılarına saygısızlıktır.
Bu olaydaki en çirkin yanlardan biri de sayıların karşılaştırılmasıdır. Bu ölenlerin insan olduğunu unutarak onların üzerinden politika yapma, kazanç sağlamaktır.
Peki buna neden gerek duyuldu? Bunun cevabı günümüzde gerçekleşen Irak işgalinde gizlidir. Aslında gizli demek belki yanlış; apaçık ortaya çıkmaktadır. Bu Avrupanın sık sık oynadığı bir oyundur. Kendi kamuoyunu savaşa hazırlamak, savaşın tek çıkar yol olduğuna inandırmak, büyük bir öfke ve kin ile savaşmaya ikna etmek için daima korkunç düşmanlar yaratmıştır. Hatta bu konuda özel daireler kurmuş insanlar yetiştirmiş, basını arkasına almıştır. Bir ülkeye savaş açmadan önce kamuoyu savaş açılacak ülkenin korkunç planları, silahları ve akıl almaz işkenceler yaptığı haberleri ile adeta bombardımana tutulur. Halk öyle bir noktaya getirilir ki sonunda herkes gidip şu canilerin işini bir an önce bitirelim demeye başlar. Bu noktada korkunç düşmana atılan tüm bombalar, uygulanan tüm sıra dışı savaş taktikleri normal kabul edilir. Öyle ya düşman korkunç mu korkunçtur!
Komünizmle korkutulan Amerikan halkı için Vietnam’a atılan Napalm bombaları ve soykırıma dönüşen bombalamalar doğaldır. Bilinen en korkunç silah olan atom bombasını Japonlara karşı hem de iki kez kullanmak meşrudur. Kimyasal silah üretildiğine inanılan Irak’ı hür dünya adına tonlarca bombayla bombalamak Amerikan Halkını rahatsız etmemiştir. Çünkü yanlış bilgilendirmelerin(dezenformasyonun) etkisi ile yapılanların gayet yerinde olduğuna inanmışlardır. Irak savaşı ile kendisine soru yöneltilen bir Amerikalı mikrofona “Ama önce onlar saldırdı”. Diyordu.
Osmanlı Devleti 27 Mayıs 1915 tarihli Kanunu Muvakkatla tehcir kararını alırken bu karardan önce aynı ayda İngiltere ve Fransa’nın neşrettikleri bir beyannameyle harbin sonunda Ermeni katliamı suçlularının tutuklanıp muhakemeye sevk edileceği şeklinde açıklandı. Bu açıklamayla bir yandan bu iki devlet bir taahhüt altına girerken öbür yandan kendi kamuoylarında Osmanlı Devleti sınırları içerisindeki Hıristiyan Ermenilerin katledildikleri söylentisini (Henüz Tehcir başlamadan)yayarak savaşı kendileri açısından meşrulaştırmakta ve Müslüman Osmanlı Devletine kin ve öfkenin artmasına sebep olmaktaydılar.
Şimdi olaya bir daha bakalım. Mayıs ayındayız, daha, muvakkat kanun çıkmak üzere yahut yeni çıkmış. Tehcir hareketi henüz başlangıç aşamasında ama, Fransa ve İngiltere, daha Nisan ayında Türkiye’de bir katliam yapılacağı kararını alıyorlar.
Osmanlı ve öncesindeki Selçuklu döneminde Ermenileri katletmek ya da tehcir etmek zorunda kalmayan bir millet yedi düvele karşı savaşırken birden Ermenileri yok etmesi gerektiğine inanıyor ve hiç sebepsiz, suçsuz yere vatandaşı olan Ermenilere soykırım uyguluyor.
“Sebepsiz yere” kelimesini özellikle kullandım çünkü soykırımın şartlarından biri budurYani . Deportasyon’dur. Mesela Almanların Yahudileri, çingeneleri öldürmesi bu nedenle soykırımdır. Çünkü Almanların onları öldürmesi için “hiçbir sebep” yoktu. Yani isyan etmemişlerdi. Örgüt kurup savaşmamışlardı. Taraf değillerdi. Alman askerleri için bir tehlike arz etmiyorlardı.
Ermenilerin bugün kendi yaptıklarından söz etmemelerinin en büyük sebebi kendilerine karşı sebepsiz yere zor kullanıldığını, tehcir ettirildiklerini söyleyebilmektir.
Çünkü, deselerdi ki:
1-Biz 1876 yılından sonra (93 Harbi -Osmanlı Rus Savaşı) Avrupayı ve Rusyayı arkamıza alarak her fırsatta ayaklandık.
2-Bizim nihai hedefimiz yaşadığımız bölgeleri Müslümansızlaştırarak bir Ermenistan kurmaktı.
3- Bu amaçla örgütler kurduk, silahlandık, ayaklandık.
4-Osmanlı ordusunda savaşmak üzere askere alınanlarımız silahları ile birlikte Rus ordusuna katıldı.
5-Cephe gerisinde kalanlarımız Osmanlı ordusunun hareket kabiliyetini azaltacak, ona lojistik desteği zayıflatacak her türlü tertibatı almaya çalışacaktık.
6-Rusların bölgeyi işgali için gereken tüm çabaları sarf edecektik.Bu arada savaş sonrası kurulacak Ermenistan ile ilgili her türlü pazarlığı da her koldan yapıyorduk. Akdenizden başlayan bir Ermenistan en büyük hayalimizdi.
Diyebilselerdi…Hiç şüphesiz gerçekleri söylemiş olacaklardı.
Oysa onlar bunu söylemek yerine yalanların, çarpıtmaların arkasına sığındılar. Mesela Türkleri öldürdüklerini itiraf edebilen birkaç Ermeni bunu şu şekilde anlatmaktadır.
. Türkler Rus Ordusu’nun Salmast’tan Van’a doğru geldiğini duyarak panik içinde uzaklaşmaya başladılar. Bizimkiler saldırarak, sadece Türkleri imha etmekle kalmayıp, top, mermi, vs. gibi büyük bir ganimet de ele geçirdiler. 6 Mayıs günü Van Kalesi üzerinde Ermenistan bayrağı dalgalandı. Vaspurakanlılar Rus birliklerini ve Antranik Paşa komutasındaki Ermeni gönüllülerini büyük sevgi gösterileriyle karşıladılar [Sv. 2000. Gth. 30, sayfa 101-102].
Bir başkası ise Fransızlarla yapılan işbirliğini şöyle anlatıyor:
“Gerçekten de yiğit Ermeni lejyonerler Fransız ve İngiliz komutanların övgülerine mazhar olurlar. General Allenby 12 Ekim 1918 günü Ermeni Ulusal Delegasyonu Başkanı Nubar Paşa’ya gönderdiği telgrafta şöyle yazmış: “Emrimde bir Ermeni alayı olduğu için gurur duyuyorum. Onlar parlak bir şekilde savaştılar ve zaferde büyük payları oldu” [Keleşyan 1949. Sayfa 592].”
“Birinci Dünya Harbi günlerinde, 1916 yılında müttefik ülkelerden İngiltere ve Fransa arasında imzalanan ikili bir anlaşma (Sykes-Picot) gereğince Türkiye’nin yenilmesi durumunda 2.600.000 hektar tarıma elverişli, verimli toprakları olan Kilikya’nın Fransız kontrolüne gireceğini de belirtmek gerekir. Ermeni gönüllüler Türkiye’ye karşı dövüştükleri takdirde zaferden sonra Ermenilere geniş imkânlar tanınacağı ve Ermeni gönüllülerin yeni kurulacak Özerk Ermeni Kilikyası’nın şehir güvenliğinden sorumlu askerleri olacakları konusunda İngiliz ve Fransız makamları Ermeni Ulusal Delegasyonu’yla anlaşmışlardı.”
“Dolayısıyla Türk Ordusu’ndan, sürgün yollarından ve farklı yerlerden, hatta Amerika’dan gelen Ermeni gençler (Musa Dağlı, Ayntaplı [Gaziantep], Maraşlı [Kahramanmaraş], Kesablı, Hacınlı, Husenikli, Çınguşlu, Sıvaslı, Kharberdli [Harput], Arapkirli, vs.) Fransız Ordusu’na katılarak Doğu (Ermeni) Lejyonu’nu meydana getirirler. Ermeni gönüllüler kendi milyonlarca masum akrabalarının şehit edilmesinden duydukları kinle dolu olarak, ölümü hiçe sayıp Filistin’in Nablus kenti yakınlarındakiArara’da büyük bir zafer kazanır ve Türk-Alman kuvvetlerini bozguna uğratırlar. O tarihi olaylar da halkın Türkçe şarkılarına sanatsal bir biçimde yansımıştır:
Birer-birer saydım dört sene oldu,
Ermeni askeri Nablus’u aldı,
Ermeni askeri bin beş yüz kişi,
İngiliz, Fransız şaşdı bu işe.
[Sv. 2000. Gth. 451, sayfa 428].
“Musa Dağ muharebesine katılmış Poğos Supkukyan-Aşık Develli (1887 doğumlu) Musa Dağlılara has haysiyet duygusuyla bize kendi bestelediği türküyü söyledi; o şarkıdan bir bölüm aktarıyoruz [şarkının orijinali Ermenicedir ve Musa Dağ lehçesiyle söylenmiştir]:”
Yesayi Yakupyan’ın sözleri yankılandı:
“Dağa çıkın” dedi herkese,
“Biz boyun eğmeyiz düşmana,
Vuralım, vurulalım, toprağımızda ölelim”
Dağlıyız biz, yiğitiz hepimiz,
Biz düşmana boyun eğmeyiz,
Arslanlar gibi cesurca dövüşür,
Türk Ordusu’nu darmadağın ederiz.
[Sv. 2000. Gth. 360, sayfa 416].
“Dolayısıyla, Van’da, Şatakh’ta [Çatak] ve diğer yerlerde kahramanca yapılan savunma muharebeleri, İttihat Hükümeti’nin uyguladığı şiddete baş kaldıran batı Ermenilerinin haklı bir isyanıydı, onların dünyadaki büyük devletlere yönelttiklerişikayet sesiydi. Aşağıdaki küçük halk şarkısı parçası da bunu doğruluyor [şarkının orijinali Ermenicedir]:”
Van küçük bir şehir ilçeleriyle,
Yüz bin cesetle doldu,
Ova kırmızı kanla boyandı,
Bulutlar, gök ve yıldızlar gürleyerek
Öyle bir bağırıp emrettiler ki,
Duysun Avrupa ve Amerika.
[Sv. 200…Sasun bölgesi ormanlarıyla,
Çevrili sur gibi yüksek dağlarıyla,
Hep karşı koydu Türk Ordusu’na,
Sıcak kan kokar Sasun.
[Sv. 2000. Gth. 531, sayfa 443].
0. Gth. 532, sayfa 444].
Tüm bu yukarıdaki alıntılar Ermenilere aittir. Şimdi bunları okuduğunuzda karşınıza çıkan masum bir sivil halk kitlesi midir yoksa ayrılıkçı bir hareket içindeki örgütlü bir halk kitlesi midir ?
Tehcir harekatı 4 Ekim 1916’da fiilen durdu. Bu operasyon sırasında 702 900 kişinin göç ettirildiği Osmanlı arşivlerinde mevcut. Operasyonun güvenlik altında göç ettirilenlerin şahıslarının ve beraberinde götürdükleri menkul kıymetlerin hiçbir zarara uğramadan gidecekleri makama kadar sağlıkla ulaştırılması için çok ayrıntılı talimatnameler hazırlandığını biliyoruz ve bunlar elimizde. Göç sırasında hükümetin talimatlarına uymayarak fevri hareketlerde bulunmuş veya saldırılarda bulunmuş olan 1 397 kişinin tutuklanarak divana harplere sevk edildiği ve idam da dahil çeşitli hapis cezalarına çarptırılmış olduğu da Osmanlı arşivlerinde mevcuttur.
Şimdi tam bu noktada Ermenilere sormak gerekir Ermenilerin işlediği sabit olan on binlerce cinayetin hangisi için kimi tutukladılar, yargıladılar veya cezalandırdılar? Doğrusu ben bu konuda hiçbir belgeye ne yazık ki rastlamadım.
Oysa 1914’te Birinci Cihan Harbi seferberliği ilan edildikten sonra, Anadolu içinde tehcir olayına kadar şu hadiseler cerayan ediyor: Van olayı, Ermeni Patrikhanesi, Elazığ olayları, Muş’un Siranuk Köyü olayı, Develi’de kaçak ve silah cephane depolanması, Bitlis’teki eşkıyalar, Muş Arak Manastırı olayı, Van Mahmudiye olayı, Maraş Zeytun ayaklanması, Van Şıtak olayı, Bafra, Tokat, Suşehri, Püre Köyü olayı, Zeytun Takke Manastırı olayı, Sıvas ve Horasan olayı.
Şimdi Tehcire kadar bu olaylar olmuş mu olmamış mı ? Şimdi siz bir ölüm kalım savaşına giriyorsunuz ve kendi topraklarınızda birileri sizi hiç sayarak eylemler yapıyor, dış devletlerle görüşüyor. Toplantılar yaptıklarını duyuyorsunuz.
Üstelik en seçkin askerler ve komutanlardan müteşekkil Kafkas Kolordunuz maalesef erken bastıran kış dolayısıyla -“general kış”a karşı hiç hazırlanmadığı için- askerlerimiz yaz giysileriyle yaz siperlerinde savaşmak, daha doğrusu donmak durumunda kaldıkları için ordumuz doğru dürüst savaşamadan geri çekiliyor. Geri çekilirken kendilerini, çoktan teşkilatlandıran Taşnak ve Hınçak çeteleri, Ruslara öncülük yaparak, vurucu kuvvet olarak karşı çıkmakta, önden ilerleyerek Müslüman köylerini yakıp yıkmaktadırlar.
Böylece yandan ve geriden kuşatılma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Rus orduları içinde, 180 bin tane Ermeni size karşı savaşıyor. (Türkiye seferberlik ilan eder etmez, Ermeniler, Rusya safında muharebe etmeye karar verdiler.) İkmal yollarınız kesiliyor. Cephe gerisindeki köylerinize taarruz ediliyor.Köylerde hiç kimse yok. Bütün köyün erkekleri askere gitmiş. Çocuklar, yaşlılar ve kadınlar kalmış. Ermenilerin yaptığı baskın köyleri mahvediyor, morali bozuyor. Asker tedirgin…Köyündeki karısı, kızı, çoluğu çocuğu ölmüş vaziyette ya da endişeli. Ne yapabilir. Dokuz ay duruma sabrediliyor. Ardından bu unsurların göçüne karar veriliyor.
Tabii tüm bu olaylara bir de İttihat ve Terakki’nin beceriksizliğini, halkın cahilliğini ve yalan-yanlış bir çok söylentin tesiri ile galeyana gelmiş olduğunu katın. Kendi ordusunu bile nakletmeye gücü yetmeyen, naklederken hastalıktan ordusunda büyük kayıplar veren bir idari mekanizmanın, bir siyasi iradenin bir milyon insanı göç ettirdiğini düşünün.
Balkan harbinde göçe zorlanan Müslümanları düşünün. Göç ettirilen demiyorum çünkü Cahil bir Bulgarın ya da bir kılıksız bir Sırp’ın, vahşi bir Yunanlının Müslümana göç et demesini beklemek, bununla ilgili bir yasa çıkarmasını beklemek elbetteki küçük bir milletten büyük bir davranış beklemek olur. Nitekim bu barbar ordusu önüne kattığı milyonla müslümanı akıl almaz işkence ve katliamlarla Anadolu’ya göçe zorlamıştır. Öldürülmekten kurtulanlar hastalık ve açlık içinde yok olmuşlardır.
Bu olayı yakından yaşayan ve büyük tepki duyan Enver Paşa I. Dünya Savaşı başladığında yakınındakilere bu konuyu anlatarak Talat Paşa’ya “Onların Türklere yaptıklarını Ermenilere yapıp ordunun önüne katarak Ruslara doğru sürelim” fikrini ileri sürer ancak bu fikrine ortak bulamaz. Bir de bunu düşünün. Öyle atılmış olsaydı ne kadar insan ölecekti; mukayese edilemeyecek kadar insan ölecekti; ama, şu olacaktı: Hiç kimse bugün hatırlamayacaktı bunu. Yani, Osmanlı insanî davrandığından dolayı da suçlanıyor.
Bütün bu olumsuz şart içinde dahi Osmanlı, olmayan askeri ile organize bir göç tertip etmeye çalışmış ama kısmen başarılı olamamıştır.
“Zorunlu göç yağmursuz yaz mevsiminde gerçekleştirildi. Böylece göçe zorlanan halk göç sırasında fazla bir sıkıntıya katlanmadı. Nüfusun yoğun olmadığı bu ülkede, Ermenilere bir başka yerde ekip biçebilecekleri tarlalar verildi ve barınmaları için de çok seri bir şekilde balçıktan derme çatma kulübeler yapıldı. Zorunlu göç sırasında karşılaşılabilecek her türlü tehlikeye karşı alışılmışın dışında güvenlik önlemleri alındı. Türklerin aklanması yönünde şunlar söylenebilir: Daha önce de belirtildiği üzere, jandarmalar ülkenin iç kesimlerinden cepheye sevk edilmişlerdi. Bu tarihten itibaren hükümet memurları memleket içinde güvenliğin sağlanması konusunda birtakım olumsuzluklarla karşılaştılar ve özellikle Kürtlerin soygun, gasp vb. girişimlerinde büyük artışlar oldu. Ancak asıl önemlisi öldürme ve yaralama gibi istenmeyen birtakım olaylarda Ermenilerin can düşmanı Kürtlerin paylarının çok yüksek olmasıydı.
”( Felix Guse, (Der Armenieraufstand 1915 und seine Folgen) 1915 Ermeni Ayaklanması ve Sonuçları)
Ermeni kaynakları da hemfikirdir ki dirayetli idarecilerin olduğu, jandarmanın bulunduğu yerlerde büyük problemler yaşanmamış bir çok bölgeden Ermeniler sağ salim Suriye’ye ulaşmışlardır. Ancak bilhassa Sıvas, Yozgat, Elazığ, ve Muş’un köylerinde Tehcir tam bir kaosa dönüşmüş yollara düşürülenlere çeşitli unsurların zarar vermesi önlenememiştir.
Mesela Gürün göçünü anlatan bir Ermeni şunları naklediyor:
“O gece biz orada kaldık ve ertesi sabah tekrar yola çıktık. Bizi 6-9 saat döverek ve darbelere maruz bırakarak yürüttüler. Bir gün daha ilerledik ve o zaman da çeşitli bölgelerden köylüler tekrar soymak ve kaçırmak için üzerimize geldiler. İğrenç hareketlerine tekrar başlamak üzere tam bizi bir değirmenin yakınlarında durdurmuşlardı ki bir "sevkıyat"ı Elbistan'a götürmekten dönen bir jandarma orada durdu. Ona bizi Elbistan'a götürmesi için yalvardık, bizden ayrılmasına izin vermedik ve başımıza gelen herşeyi ona anlattık. Geceyarısı "kiracılar" ve köylüler kaçtılar, fakat Şeyh Hamit ve Mahmut hala bizimleydi. Sabah jandarmanın öncülüğünde Elbistan'a doğru gitmeye başladık, Yapaltın'a ulaştık. Şeyh Hamit ve Mahmut kaçtılar. İki saat sonra Elbistan'a girdik ve durumumuzu hükümet temsilcilerine anlattık, fakat kimse bizi dinlemedi. Bir gün sonra başka bir kervan bizimle birleşti. Elbistan'da birkaç gün kaldıktan sonra, gene bizi yola çıkardılar ama bu defa özel jandarmasız. Biz karşı çıktık, jandarmasız gitmeyeceğimizi söyledik. Kim bizi dinliyordu ki.”( Paris, Nubaryan Kütüphanesi el yazmalarından Satenig Kalaycıyan "Gürün'ün Tarihi" Bedros Minasyan, Sevan Yayınevi- Beyrut, Lübnan- 1974)
Aslında yukarıdaki cümleler tüm bu olayları anlatmaya yetecektir. Çünkü olayların hemen ardından bütün Osmanlı yetkililerinin ortak ifadesi de budur. Bu göç bazı bölgelerde asker-jandarma yetersizliğinden, bazı idarecilerin basiretsizliğinden başarısız olmuştur. Osmanlı Dahiliye Nezaretinin yaptığı yazışmalarda da bu çok açık ifade edilmiş. Sorumluluğun görevlilerde olduğu hatırlatılmıştır.
Ancak yürüttükleri yanlış politikalarla Ermeni halkını çok zor durumda bırakan Ermeni komitacıları bu olayları da en vahşi ve duygusuz bir biçimde kullanmaktan çekinmemiştir. Ellerindeki tüm imkanlarla savaş sonrası propagandalarına devam etmişlerdir.
“Üstelik İhtilaf donanması 14 Kasım 1918 günü İstanbul Limanına geldi ve şehir fiilen ihtilaf devletlerinin kontrolü altına girdi. İhtilaf devletlerinin tehcir suçlularını tutuklamak, muhakeme etmek taahhütleri vardı, dolayısıyla, Osmanlı Hükümetine tazyik etmeye başladılar. Sadrazam Tevfik Paşa, o tarihte Türkiye’den ayrılmış olan İttihat Terakki Ricalinin bulundukları yerlerde tutuklanıp, Türkiye’ye geri getirilmesi için İngilizlere müracaat etti, bu müracaata, kesinlikle iltifat edilmedi. Tevfik Paşa Hükümeti, ayrıca, tehcir konusunu, tetkik etmek üzere, yabancı hukukçulardan kurulu bir komisyon teşkil edilmesi ve bu maksatla da, harbe karışmamış olan Danimarka, Hollanda, İspanya ve İsveç’ten ikişer temsilci gönderilmesi yolunda, bu hükümetler nezdinde teşebbüse geçti. Bu teşebbüsü haber alan İngiltere, aynı hükümetler nezdinde teşebbüste bulunarak, temsilci yollanmamasını istediler. Yani, açıkçası, İngiltere, başka bir kimsenin başka bir devletin bu konuya karışmasını istemiyordu, bu istemeyişin sebebi ne olabilir, ben kendi hesabıma bir tek sebep görüyorum, kendilerinin harbin başında ilan ettikleri katliam kararının uydurma olduğu ortaya çıkacaktı, bunun ortaya çıkmasını istemiyorlardı. Ne yaptılar; kendileri, yapılan ihbarlara dayanarak, İstanbul’da 144 kişiyi Osmanlı Hükümetine tutuklattırdılar, bunları Malta’ya sevk ettiler ve burada bir kalede hapsettiler, 144 kişinin içinde 55’i tehcir suçlusuydu.
Şimdi, bu tehcir suçlularını muhakeme etmek gerekiyordu, taahhütleri vardı. Delil aramaya başladılar, mahkemeye bir delil vermek lazım ve bu arayış 21 Temmuzuna kadar devam etti. Herhangi bir delil bulamadılar ve 23 Ekim 1921’de tutuklananlar serbest kaldılar. Şimdi, dikkatinize sunmak istediğim bir husus, bir tanesi kendi ülkelerinde kendilerinin bastırdıkları, diğeri kendi ülkelerinde bastırılmış ve mevcut 3 kitap var, hiçbirisine, delil ararken itibar etmiyorlar. Yalnız, İngiltere’nin bu tutumu da iyi, şu 3 ana kaynak denen kitabın ne olduğunu ortaya koymaya yeter. Mavi Kitap, Büyükelçi Morgenthan’ın Hikâyesi, Naim Beyin Anıları….”
Yani Osmanlı yenilmiş. İstanbul işgal edilmiş. Kurulan mahkeme konuyu incelemiş ve delil bulamamış. Muhakeme eden İngilizler. Tüm Osmanlı arşivi ellerinde. Üstelik İttihat ve Terakki ülkeden kaçmış. Yani başta İttihat ve Terakki’yi eleştiren bir hükümet var. Hem halk, hem de idareciler İttihat ve Terakkiyi tüm olanların sorumlusu olarak görüyorlar. Yani yargılama için uygun bir ortam var. Suçu onlara atıp meseleyi ta Ogünlerde kapama ihtimali var. Ama olmuyor İngiltere’nin gözetiminde yapılan yargılama neticesinde suçlananlar aklanıyor.
Ancak Ermeniler ve Anadolu’dan Türkleri ve Müslümanları atmak hayali ile yaşayan Avrupalılar için zaten gerçekler çok önemli değildir. Olaylar onlar için sadece birer vesiledir.
Şimdi enteresan bir örnek daha inceleyelim.
“Fransızlar 1920 Şubatında Maraş’ı tahliye ettiler. 6 Şubat günü, İstanbul’daki Ermeni Patriği İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a yolladığı bir telgrafta, 2 000 Ermeni’nin Maraş’ta katledildiğini bildiriyordu. Lord Curzon, o tarihte Londra’da toplanmak olan müttefikler arası komisyonda, bu rakamı 20 000 olarak telaffuz etti. 25 Şubat günü Rauter Ajansı, 70 000 Ermeni’nin katledildiğini açıkladı. Şimdi, biz, hep hayret ederiz, Türkiye’de ölen Ermenilerin sayısı neden seneden seneye artıyor diye, görüyorsunuz, 6 Şubattan 25 Şubata kadar 2 000 rakamı 70 000’e çıktı.”
Bunun cevabını “ Fransa’nın hem Başbakanı hem Dışişleri Bakanı olan Mösyö Millerand verdi, Mösyö Millerand, kendi bölgelerinde, kendi işgal bölgelerinde ve kendi mesuliyetleri altında buluna bir mahalde, böyle bir olayın vuku bulmadığını, bunun uydurma olduğunu, Ermenilerin, Fransız askerleriyle birlikte savaşıp, Fransız askerleri gibi öldükleri beyan etti.”
Peki bu beyan yeterli oldu mu ? Elbetteki hayır. Çünkü Ermeniler ve söz konusu Avrupalılar için gerçek kendi işlerine yarıyorsa gerçekti. Bugün Ermeniler Maraş olaylarında 100.000’ yakın Ermenin katledildiğini savunuyorlar.
Çünkü Ermeni olaylarının başından beri olayların örgütleyicisi konumunda olan Avrupalı yöneticilerin kamuoylarını harekete geçirmek için “Dindaşlarınız doğranıyor” vaveylasına ihtiyaçları vardı.
Tüm bu yalanların ve saptırmaların yanında göç ettirilen Ermenilerden binlercesi ne yazık ölmüştü. Bunların ölüm sebebi açlık, hastalık ya da eşkıya ya da Kürt başıbozuklarıydı. Böyle zamanlarda ortaya çıkan yağmacılar, menfaatçiler, hasta ruhlular bu işi bir trajediye dönüştürdüler.
Ama Osmanlı tüm bu ateşten günlerde bile kendince adaleti sağlamaya çalıştı. Bizzat Cemal Paşa 6 kişiyi Ermenilerin gözü önünde –anılarında yazıyor- astırmıştır. 1 397 kişi savaş bitmeden, Mondros Mütarekesi imzalanmadan önce, ittihatçı hükümetin bizzat kendisi tarafından yargılanmış ve yarısından fazlası idam edilmiştir. En büyük grup da bunlardan Sıvas’taki gruptur.
Şimdi burada Ermenilere bir daha soralım Muş’ta, Van’da, Kars, Erzurum ve Erzincan’da, Ermenistan içlerinde öldürüldüğü belgelerle sabit olan on binlerce Müslüman için Ermenistan’da kim yargılandı. Kime ne ceza verildi. Ya da Ermeniler bugüne kadar bunu kabul edip pişmanlık belirtisi gösterdiler mi ?
Eğer onlar Müslümanlara karşı yaptıkları saldırıları “Fedailerimiz birer kartal gibi saldırdı” diye hamasetle anlatıp sonrasında uğradıkları zulümleri anlatırlarsa kartal gibi saldırdıkları Müslümanların torunları olan bizlerden sakın anlayış beklemesinler.
Mehmet Murat GÜVEN
Edebiyat Öğretmeni